yaklaşık on beş dakika içinde oraya
varabilirdim. oturup beklemeyi tercih ettim. hayat önümde azgın bir nehir gibi
akarken ben o nehrin ortasında ne zamandan beri durduğu bilinmeyen kayaydım.
birisi beni zorla yerimden etmediği sürece sonsuza dek orada duracakmış
izlenimi veriyordum. ancak gün geçtikçe parçalarım ayrılıp uzaklaşıyordu
benden. buna kayıtsız kalamıyordum. aslında canımı sıkan eksilmek değildi,
sorunum eksilten şeyden kaynaklanıyordu.
bir saatin dörtte biri zamanda veya evden
çıkıp okula gidebileceğim kadar bir sürede hayatımı değiştirebilirdim. sadece
kalkıp oraya gitmem gerekiyordu. üzülmüyorum, belki biraz kırgınım biraz da
merak ediyorum. değişen bir şey olabilir miydi? genel kanıya göre iyi yönde. on
beş yaşımda bir kompozisyonda tanrı’nın yeryüzünü yarattıktan sonra ona bakıp
daha farklı olabilir miydi diye sorgulamasını yazmadım, ama ben de bir
niteliksiz adam kadar ihtimal duygusuna sahibim. hatta ihtimaller yüzünden ne
iyi ne de kötü bir şey yapamıyorum. oturup bekliyorum sadece. o da hareketsiz
kaldığımda etrafımdaki tüm ihtimalleri daha iyi hesaplayabildiğim için.
beni bekleyen olmuş mudur? çünkü gelmeme
ihtimalim de vardı her şeye rağmen. insan bunu anlayamıyor işte. uzaydaki bir
noktadan geçen her doğruya karşılık aynı miktarda olasılık var çünkü. her şeyin
olmasını beklemek zorunda mıyız? iyi ya da kötü fark etmez, insanlar hep bir
şeylerin olması gerektiği kanaatinde. ve bir şeyler yapmamız gerektiği. gerçek
diye kabul ettiğimiz her şey bizi bu beklentiye sokuyor, bunu sorgulamadan “mış”
gibi yaparak o iğreti maskeleri yüzümüze geçirip sözde olması gereken şekilde
davranıyoruz ya da kendimizi kandırıyoruz.
her kahve yaptığımda oturup taneciklerin
suyun içinde kendilerini yeni bir varlık boyutuna geçirmelerini izlerim. ısı ve
su, en temel iki çözücü faktör. bu ikisi bir aradayken içine koyduğumuz her şey
belirli bir süre zarfında içilebilir bir forma kavuşuyor. işte, insanlar da
hayatı bu şekilde ele almaya çalışıyorlar: birkaç koşul sağlandığı takdirde
adeta farklı bir boyuta geçilecekmiş gibi beklenti içine giriyorlar. canımı
sıkan da bu. herkesin böyle olmasını istiyorlar, sürekli beklentiye girip
olumlu ya da olumsuz bir sonuca varmanın sağlıklı bir birey olmanın koşulu
kabul ediyorlar.
bu yüzden oraya varmak için harcamam
gereken on beş dakikayı hiçbir şey beklemeden öylece oturarak kullandım. hala
daha aynı yerdeyim. eğer evimin kapısının kapalı olması, içeriyi dışarıdan ayrı
bir alan olarak kabul edip kamusallıktan uzak bir mekân, hatta daha soyut
anlamda bağımsız bir alan olarak kabul edilebilirse kendimi tüm dış etkilere
kapatıp sadece düşünüyorum o on beş dakikanın ilk anından beri.
nereye gidecek olduğumun bir önemi yok.
üzerinde durulması gereken tek konu burada oturuyor olmam. yoksa bir iş
görüşmesine gitmiş olabilirdim, hastanede doğum yapmak üzere olan karım beni
bekliyor olabilirdi veya sevgilime bilmem kaçıncı yıl dönümümüzde evlilik
teklif etmeyi düşündüğüm romantik akşam yemeği için yola çıkıyor da
olabilirdim. ama bunların zerre kadar önemi yok dediğim gibi. yolda yürürken araba
da çarpabilir yahut kalp krizi de geçirebilirdim. burada oturuyorum ve
beklemiyorum. ne beklediğim ne de beklemediğim bir şey var. uyuyan adam gibiyim
ne öldüm ne de dirildim.
ben hala o azgın nehrin ortasında ne
zamandan beri durduğu bilinmeyen kaya parçasıyım. sular etrafımdan süzülüp
geçiyor ve her seferinde bir parçamı yerine koymamak üzere alıp götürüyor. ben
buradayım, ancak nerede olursam olayım eksilmeye devam edeceğim. varlığımı
inatla kanıtlamaya çalışan son parçam da uzaklaşıp anlamını yitirdiği zaman bir
şeyleri beklemeye başlayabilirim. tabii ki bu sadece sonsuzun içinden bir
ihtimal…